Ulysses’ten
bahsedeceğim zaman, Proteus bölümünde Stephen’ın da yaptığı bir ayrım geliyor
hemen aklıma. “door” ve “gate” ayrımı. Öncesinde Ulysses benim için tam olarak
bir ‘door’ idi. Ardı görünmeyen, açmayı aklıma bile getirmediğim, denesem de
öte tarafına geçemeyeceğimi düşündüğüm kapalı, kilitli, sağlam bir kapı. Okudukça,
Blamires’in, Kiberd’in tuttuğu ışıkla ilerledikçe, anladıkça, bir ‘gate’’e
dönüştü, parmaklıklarının arasından süzülüverdiğim, ardında capcanlı, neşelihüzünlü,
komik, gerçek bir dünya bulduğum.
Kitaptan uzak durmamın başlıca sebeplerinden biri, yıllardır söylenilegelen
okunamazlığıydı. Joyce’un farklı üslup denemelerini, kelime oyunlarını, ses
tekrarlarını dilimizde yansıtmanın zorluğu hatta imkansızlığı üzerine de yorumlar
vardı. Pek tabii herkesin haberdar olacağı Joyce ‘un okurlarından ömür boyu onu
anlamaya uğraşmaları konusundaki talebi de beni bir parça uzak tutmuş olabilir.
Yıllar boyu kitaba belirli bir mesafede durduktan sonra aklıma okuma kıvılcımını
ilk düşüren Odysseia destanı oldu. Destanı bitirip o dünyadan kendimi koparamazken
ve ne okuyabilirim Odysseus ile ilgili derken Ulysses fikri beni savunmasız
yakaladı. Bunca yıl okumamak için inat ettiğim kitap birden çok çekici
göründü. Tam bu savunmasız anımda Norgunk Yayınları yeni baskı yaptı, bu da bir
işaretti hemen okumak için. Kendimi bu fikre alıştırma turlarında Armağan Ekici’nin
bir videosuna denk geldim youtube’da.
Bu videodan
hemen sonra Ulysses’i ve videoda bahsettiği diğer yardımcı kitapların hepsini
sipariş verirken buldum kendimi. Böylesi bir coşkuya kapılmamın sebebi, Ekici’nin
Ulysses’i gerçekten sevdiğini görmemdi. Joyce’u erken yaşlarda okumuş, Ulysses’i
defalarca okumuş, üzerine düşünmüş, anlamaya çalışmış ve bunların hepsini çeviri
amacıyla değil yıllar önce, sadece sevdiği için yapmış. Anlaşılamazlığıyla ünlü
bir yazarı içselleştirmiş sadık bir okuru, yılların bağlılığıyla bulduğu
çözümleri artık paylaşma zamanı geldi diyerek tamamen kendi isteğiyle bir iş
olarak görmeden çevirdiyse benim için de doğru çeviri budur diye düşündüm. Ve okuduğum
her satırda da “iyi ki” dedim. Dolayısıyla yazacağım her şey Armağan Ekici
çevirisi için geçerlidir, sonra başka çeviriden okuyup, “yok ben hiç gülmedim”, “akıcı
da değildi, anlamadım” demeyin😊
Ulysses, Odysseus
paralellikleriyle ilerleyen, bunu gözardı ederek de okuyabileceğiniz ancak
destanı biliyorsanız detaylarda bulacağınız inceliklerle okuma keyfini
artıracak bir kitap. Joyce, yazım sürecince kitabın şemasını arkadaşları ile
paylaşmış. Şu sayfada detaylı olarak bölüm bölüm hangi karakterin hangi destan
kahramanına karşılık geldiğini ve başka ayrıntıları tablo halinde görebilirsiniz.
16 Haziran
1904 günü sabah 8’de başlayıp gece yarısı biten romanın ilk üç bölümü, Odysseus’un
oğlu Telemakhos’a karşılık gelen Stephen, yani genç Joyce, ile başlıyor. Sonra 15.bölüme
kadar Odysseus’a karşılık gelen Leopold Bloom’un, sabah evden çıkışından gece eve
dönüşüne kadar geçen zamanda başından geçenleri okuyoruz. Son üç bölüm ise eve
dönüş başlığı altında geçiyor ve uzun gün solarken tüm olayları bir de Bloom’un
eşi Molly’nin, Penelope, gözünden, noktasız virgülsüz ama su gibi akıp giden
bir anlatımla, yaşananları tekrar hatırlayarak, satır satır okumanın ödülünü
alarak dinliyoruz.
Romanın
genel çerçevesi bu şekilde. Kendi okuma deneyimimde ise, Portre’den tanıdığım
Stephen ile karşılaşmak kitapla daha hemen ilk sayfadan bağ kurmamı sağladı. Bu
noktada öncesinde Portre’yi okumanın faydalı olacağını düşünüyorum. Stephen’in evine, babasına,
ülkesine, dinine, kimliğine olan yabancılığını ve kendini gerçekleştirme çabasını,
yaş alıp iflah olmaz bir şekilde hayatı halen olduğu şekliyle kucaklayamayan
kendimle bağdaştırıyorum. Tüm kodları reddeden, ailesinden kaçan bir yandan da
vicdan azabı duyan, bilinenleri yıkıp bozarak yeniyi inşa etmek, özgür bağımsız
dilini kurmak isteyen bir genç Stephen, Joyce. Yalnız ve tüm insanların bildiği
kelime hangisidir diye geçiriyor aklından, sonra Bloom verecek bunun cevabını
hayatın özü diyecek, sevgi.
Düşüncelerin kontrolsüzce savrulduğu, Joyce’un henüz farklı üslup denemelerine başlamadığı,
anlatı ve monolog ile devam eden üç bölümden sonra Stephen’dan ayrılıyoruz. Aklınız
biraz, yosunlara yazılmış derinler derini epifanlarda ve bilgisinin yüküyle
ezilen, imzasını nereye nasıl bırakacağını bilemeyen Stephen’da kalabilir ama bütün
günler sonlarına ulaşıyorlar nasılsa gece olunca yine karşılaşacağız😊 Arada özlerseniz benim gibi Proteus bölümünü karikatür olarak şuradan
inceleyebilirsiniz.
Bu karamsar
ruh halinden sonraki bölümde hayatı kucaklayan, olduğu gibi kabul eden, hayvanların
iç organlarını afiyetle yiyen Bloom ile tanışıyoruz, aniden hazırlıksız. Bu
noktada Joyce haber veriyor belki de, artık her bölüm yeni bir heyecan yeni bir
ses.
Bloom, Odysseus’un Calypso’nun adasında esir kalması gibi eşi Molly’nin esiri.
Stephen’ın Martello Kulesinde esir hissetmesi gibi düşünebiliriz ancak Bloom bu
hareketsizliği kabul etmez, melankoliye yakın olsa da sorunlarıyla çabucak
yüzleşir ve kendisini tamamen hüzne bırakmaz. Karısının kendisini aldatacağını bilir
ama ona kahvaltı hazırlar, Molly’nin aşığından gelen mektubu görür ama konunun
değiştirilmesine göz yumar. Evden çıkar ve Bloom’un odysseia’sı başlar.
Bloom,
hayata pozitif bakmaya çalışır, aslında kabul görmediği küçük Dublin çevresinde
var olmaya çalışırken, bir yandan da aklında günlük hayata dair hepimizin zaman
zaman aklımızdan geçirebileceği muzip sorular dolanır. Dış görünüş ve karakter özellikleriyle
hiç tasvir edilmezken bu gibi ufak detaylar onu çok iyi tanımamızı sağlar. Babasının intiharı,
oğlunun ölümü, kızının uzakta oluşu zihninde dolaşırken, harcıalem sohbetlere
katılır, ikiyüzlülükle ve korkularıyla yüzleşir, incelikleri de fark ederken
aslında tüm hayat deneyimini kucaklar. “Daha görecek, duyacak, hissedecek
o kadar çok şey var ki” demesi bu yüzden.
7.bölüm, Aiolos,
itibariyle Joyce, dilin olanaklarını zorlamaya başlıyor. Artık her bölüm yeni
bir üslup olacak, hiçbiri diğerine benzemeyecek ve her satır bir zeka
pırıltısına hayran olarak geçecek. Gazete binasında geçen bu bölüm, haber
başlıkları ile ayrılan kısa bölümlerle ilerliyor. Bloom bir firmanın reklamı
için oradan oraya koştururken her köşeden çıkan insanlar, gürültü, koşuşturma, çarpan kapılar,
yazıcının sesleri eşlik ediyor. “Herşey kendi dilinde konuşuyor.” Tam
bir kaos. Stephen evinden ayrılmış, kulenin anahtarından da vazgeçmişti ve şimdi evinin anahtarı
yanında olmayan, evine gece yarısına kadar giremeyecek olan Bloom, bir anahtar
reklamı için onu anlamayan insanların arasında koşturuyor. Bu koşuşturmada kelime oyunları da rüzgara kapılmış savruluyor sanki havada. 'feetstoops' 'ayassekleri' oluyor, 'clamn dever' 'zek pekice' oluyor, ve sürekli kullandığım 'muchibus thankibus' 'çokibus yaşayus' oluyor:)
Bu bölümde, Bloom ile karşılaşmayan Stephen gazetede yazma teklifi alırken kitap da kendisinden bahsetmiş oluyor, şu çok sevdiğim alıntıda. Sonraki bölümlerde kitap yine kendisine göndermeler yapacak.
Laistrygonlar bölümü, kitabın benim için artık mizah duygusunun iyiden iyiye yükselmeye başladığı bölüm. Sürekli şaşkınlıkla neden kimse bu kitabın bu kadar komik olduğunu söylemedi dedim:) Odysseia'daki yamyamlar gibi yemek yiyen insanları okurken kahkahalarımı tutamayıp bir yandan da ne güzel çeviri yahu diye diye mest oldum. 'Acıkmış eti belirsizce, sessizce birileri için meftun olmak istedi' ne hoş bir cümledir mesela, ve İngilizce'sinden (With hungered fleshed obscurely, he mutely craved to adore) çok daha yoğundur anlamı. 'Rabbena hep bana', 'All for number one' için nasıl yaratıcı bir çözümdür. 'Blown in from the bay' için 'üfürsen uçacak' demek, dilin günlük kullanımı içinde doğallığını nasıl güzel yansıtır. Bu örnekleri böyle sayfalarca yazabilirim. Bloom'un yemek yiyenlere tepkisini kahkahayla, çeviriye hayranlıkla okurken, Bloom'un birden Molly ile ilk kez birlikte oldukları anı hatırlamasıyla oturduğum yerde donakalıyorum. Joyce bu ani geçişleriyle sarsıyor beni. Bloom'un kesik hatıraları, kısa cümleleri, tek tek kelimeleri kalbimi sızlatıyor. Başka bir yazarın sayfalarca betimleme yaparak hissettirebileceği duyguları birkaç kelimeyle yapıyor. Bakakalıyorum sayfalara. Sonra bir de bu sıcak hatıralardan kurtulmak için müzeye girip heykellerin soğukluğuna sığınıyor, yine olmadık şeyler düşünmeye başlıyor. Ağlasam mı gülsem mi bilemez haldeyim. Henüz kitabın sonundan, Molly'nin anlatacaklarından habersizim tabii...
Başlangıcına 'Hamlet okumadan başlamayınız!' diye bir uyarı yazılmasını düşündüğüm meşhur kütüphane bölümünde Stephen karşımıza daha kendinden emin ve daha yüksek sesli olarak çıkıyor. Baba-Oğul kavramlarıyla Hamlet konusundaki teorilerini hararetle anlattıktan sonra, kendi teorinize kendiniz inanıyor musunuz sorusuna 'hayır' cevabını veren Stephen'ın kalıp düşüncelere inanmayı reddedişinin de artık doruk noktası bu. Tüm ukalalığına rağmen pek sevdiğim çuhaçiçeğiyelekli Mulligan'cığımın yazdığı piyes karakterlerinin yaratıcı çevirisine yine gülerek bölümü tamamlıyorum.
Ulysses'in, tam orta yerinde okurun karşısına çıkan bir sürpriz gibi olan Gezgin Kayalar bölümü, tüm şehri gökyüzünden, tüm karakterleri eşzamanlı izler gibi aslında tam olarak gerçek bir hayatı gözlemler gibi okuyacağınız ve hayranlığınızın kat kat artacağı bir bölüm. Joyce'un neyi anlattığı değil nasıl anlattığıyla daha ilgili olduğunun, bambaşka hayatların parçalarından bir araya gelmiş bu bölüm kitabın roman olmaya da, sabit bir üslup devam ettirmeye de tekrar direnişi. Bu bölümden sonra artık her bölüm yeni bir kitaba başlamak gibi heyecanlı, aynı kitap içerisinde binbir tür kitabın tadını alacağınız benzersiz bir okuma deneyimi💫
Örneğin Sirenler bölümünde dilin sınırlarını sınamayı sürdürmek için müziği kullanıyor. Anlamadıysanız bir de sesli okuyun demesi boşuna değil. Yazıldığı dönemde İrlanda'nın sadece iki kuşaktır İngilizce konuştuğunu öğrenmek, koloniyel İngiltere'nin dilinden Joyce'un dil oyunlarına, dili küçümsemesine, bazen ısrarlı tekrarlarına farklı bir bakış kazandırıyor.
Tepegöz bölümünün adsız anlatıcısının (nobody/Odysseus) kabasaba konuşmasıyla beni sanırım en çok güldüren bölüm oldu. Her şeyi gören, her şeyi anlamak isteyen Bloom, bu bölümde tek gözlü, sabit fikirli bir yurttaş ile karşı karşıya gelir. Ama "Tek gözlünün krallığında, iki gözlü adam, salt her şeyi bilir göründüğü ve konuştuğundan, ölümcül bir tehlikedir."(Ulysses ve Biz, 248) İç monologlarına alışık olduğumuz Bloom bu kez içinde tutamaz artık, aşırı milliyetçiliğe, nefrete karşıdır, hayatın özü sevgidir der. Tabii ki bu açıklamaları sonucu aceleyle uzaklaşmak zorunda kalır.
Bölüm boyunca bu aşırı milliyetçiliğe direnircesine araya giren parodiler okuma zevkini katlar. Örneğin bir mahkeme sohbeti yapılırken birden hukuk diline geçilir, ölüm konusu açılmışken tıbbi açıklamalar başlar, idam sohbetinden klişelerle dolu bir gazete haberine geçer, Bloom'u bir kez bile tarif etmemişken detaylıkomik bir kişilik tasvirine girişir, destansı bir anlatımdan pastorale geçerken ben artık daha ne çıkacak diye meraktan keyiften mest olmuş, anlatının her türüne doymuş halde bitirmeye kıyamadığım bir bölüm oldu. Üstelik geçen gün bölümü ikinci okuyuşumda da yine kahkahalarımı tutamadım:) Bu parodiler esnasında Azra Erhat'a selam gönderen "ossaat, gökçe, tanrılara layık içecek" kullanımlarıyla içim ısındı ve yine İngilizcesinden daha içten olduğunu düşündüğüm bir cümle: '..içlerinde bir gözyaşı damlası ile bir tebessümün biteviye bir hakimiyet mücadelesini sürdürdüğü gözleri..' (the eyes in which a tear and a smile strove ever for mastery)
Sabah Stephen'ı bıraktığımız Sandymount sahilinde şimdi Bloom, yalnız. Kayalıklarda bir genç kız, Gerty. En açık Odysseia paralelliklerinden biri, Odysseus denizdeki uzun mücadelesinden sonra bir sahile çıkıp orada top oynayan neşeli kızları ve güzelim Nausikaa'yı gördüğünde ve Nausikaa onun kimliğini gizleyip krallıklarına götürdüğünde Bloom bir rahatlama ve kurtuluş umudu yaşamıştı. Benzer şekilde Gerty sahilde arkadaşlarıyla birlikteyken çocuklar top oynarken Bloom beliriyor, bir çeşit rahatlama yaşıyor ve devamındaki kendini toparlama saçmalamaları arasında beni kıkır kıkır güldürüyor.
Bölümün en heyecanlı yeri, tam orta yerde Gerty konuşurken anlatıcının birden aynı cümle içerisinde Bloom'a geçmesi. Bir önceki bölümdeki kaba konuşmalardan sonra zarif bir üslupla, dönemin magazin dergilerinin diliyle başlayan Gerty'nin anlatımı beklemediğiniz anda Bloom'un sayıklamalarına geçer. En sonunda Bloom sahile 'Ben... Bir...' yazıp silerken herşey sönüp gidiyor der, ne kendini anlatmak ister, ne de bir iz bırakabilir.
Sonunda Bloom ve Stephen'in aynı ortamda buluştuğu bölüme geldik. Odysseia'da Odysseus ile Telemakhos'un kitabın sonuna kadar bir araya gelmediğini bilmeme rağmen niye bu buluşmayı ısrarla hevesle bekledim kendime açıklayamıyorum. Güneşin Sığırları bölümünde Joyce, doğum hastanesinde bir bebeğin doğumu beklenirken tam 32 adet farklı üslup kullanarak İngiliz dilinin Anglosakson'dan Amerikan argosuna yavaşça evrilmesini taklit ediyor. Tüm geleneklere ve antolojilere karşı çıkmasının da bir kanıtı.
Kitabın en uzun, en eğlenceli, en komik bölümü Kirke. Tiyatro formatında yazılan bu bölüm en çok çekindiğim ama en çok eğlendiğim bölüm oldu. Geceköy'de ölüler konuşuyor, bir köpek sayfadan sayfaya cins değiştiriyor, sabun dile geliyor, hatırlanan kişiler birden beliriyor, mahkemeler kuruluyor ve artık detaylar aşina. Detaycı ve özenli bir okur bahsi geçen tüm olayları ve kişileri hatırlayıp bu bölümü tarifsiz bir keyifle okuyabilir. Hiç duraksamadan, kendisi de hayal mi gerçek mi belirsiz bir karaktere dönüşüp sayfalarda dolaşabilir. Artık gece çöktüğünden bilincin karanlık noktaları açığa çıkar, utancın kaybolduğu, zihnin karanlık ve çirkin yanlarının kendini gösterdiği vakit gelir, geçmişin sırları ortaya dökülür, Bloom kendisiyle yüzleşir.
Bölümün zirve noktasında Stephen tüm vicdanının yüküyle bir isyan noktasında yine hizmet etmeyeceğini haykırıyor, 'Nothung' diye bağırarak elindeki dişbudak dalıyla avizeyi paramparça yapıyor. Bu noktada Wagner'in operasını okudum. Babasının parçalanmış kılıcı Nothung'un korku nedir bilmeyen biri tarafından tamir edilebileceğini anlıyor Siegfried ve metali eritip döverek yeni, güçlü bir kılıç yapmayı başarıyor. O an bir ışık yandı zihnimde. Yaratma arzusuyla bir yere sığamayan Stephen, ülkesinin paramparça varlığı için tek bir bilinç ve ses olmak isteyen Joyce. Portre'nin sonunda gerçekle karşılaşmak için yola çıkıyorum diyordu, Ulysses'te başarıyor istediğini. Ve Murat Belge'nin, Portre'deki bir türlü anlaşamadığım şu cümlesi de zihnimde anlamını bulmuş oluyor: Bu keşifle uykum kaçıyor ve 06.12.24 günü saat 01.24'te hoşrastlantılı sayılar arasında bölümü bitiriyorum :)
İthaka'ya varmadan önce son durak baraka. Bloom, Stephen'ı Geceköy'den uzaklaştırır, dinlensin ve bir şeyler yesin ister. Saat çok geçtir, karakterlerin yorgunluğu dile yansır, dağınık, bilinçliyorgun ve bariz kötü bir üslup vardır. Niyetler belirsiz, kişiler güvenilmezdir.
Geri dönmek de yapabileceğin en kötü şey olurdu belki de çünkü zamanla herşey illa ki değişirdi. Karşılaştığın insanlar doğru mu söylüyor emin olamazdın gerçek diye yazılan haber bile gerçek olmayabilirdi, insanlar göründüğü gibi çıkmayabilirdi. Hayalini kurduğun ilişki bir türlü arzu ettiğin boyuta evrilmezdi ve belki de senin de aklının köşesinde pek de açık etmediğin fikirlerin olabilirdi ki yaşama ayak uydurmaya çalışırken insan kendisini bile bazen tanıyamayabilirdi dünyaya tümden yabancı hissedip hiç tanımadığı birinin kelimelerinde rahatlayıp pek ferahlayabilirdi çünkü hiçbir zaman uzak da değildizaten yepyeni bir insan olma umudu, varmak değildi devam etme gücü veren hayaliydi güzel olan.
Bölümün sonuna doğru Stephen, Bloom ile eve gitmeyi kabul eder, (temastan hoşlanmamasına rağmen) Bloom'un koluna girmesine ses çıkarmaz, onun yumuşak etini hisseder. Belki de sabah sahilde hissettiği yalnızlıktan kurtulmasının, o sorunun cevabını bulmasının ve ilerlemesinin yolu budur.
Bu bölümde de kitap yine kendisinden bahsediyor şurada:
En soğuk üsluplu bir yandan da benim için çok duygusal son bölüm olan İthaka'ya vardık. Joyce, bu bölümü kitabın sonu olarak tasarlamış, ayrıca en sevdiği bölümmüş. Bölümün sonundaki uykuyla uyanıklık arasındaki bozukbulanık kelimelerden, Joyce'un Finnegans Wake'e devam eden bir yolda olduğu da bence çok açık. Bazen keşke son olsaydı diye de düşünüyorum çünkü Molly'nin konuşmasıyla tümden altüst oldum...
İthaka, yeni bir deneysel anlatım tekniği olarak Katolik doktrinini öğretmek için soru ve cevaplardan oluşan Kateşizm formunu kullanıyor. Olayları sorulan sorulara verilen cevaplar yoluyla anlatıyor. Dolayısıyla evet dediğim gibi buzgibi soğuk bir üslup. Komik de bazen. Okurken duygu geçişlerim o kadar hızlı ve ani oluyor ki, üslup kitap boyunca öyle akışkan ki net bir tanım yapabilmek de bir o kadar zor. Ama nasıl yazarsa yazsın benim bir gülüp bir hüzünlenmeme engel olamıyor.
Bir baba oğul ilişkisinin sonunda kurulabilme olasılığına yoğunlaşan bölümde, oğlu öldüğünden beri gerçek bir sohbet edememiş Bloom, eve geldiğinde eşinin onu aldattığına dair kanıtları görmüş, eşyaların yeri değişmiş, fazlaincedüşünceli teklifini reddeden Stephen ile zaten asla birleşmeyen paralel yollarda ilerlemişken bu kez yıldızların altında birbaşına kalmış, yine de hayatın özü olarak sevgiyi seçmiş, bilincin karanlığına dalarken, Stephen da hiç kabul etmediği bağlardan kaçıp karanlığa karışıyor. O nereye gidiyor? Ulysses'i yazmaya belki?
Bu bölümde Stephen evden ayrılırken bahçeye çıktıklarında gördükleri muhteşem manzara kitabın en güzel cümlelerinden biri: 'Yıldızların yarattığı cennetağacı, nemli, gecemavisi meyvelerini sarkıtmıştı.'
Bu, aynı zamanda Vergillius ve Dante'nin Cehennem'in son satırlarında gördükleri manzaranın benzeridir.
Gece çökmüş, Bloom uykuya dalmış, Molly'nin zihnine sızıyoruz. 8 uzun cümle, noktasız virgülsüz, devrik. Böyle sunulunca hep bir tedirginlik oluşuyor ancak o kadar anlaşılır, o kadar tanıdık ki her duygu. Gün boyu anlatılan ve hatırlanan olayları bir de Molly'den dinlemek, bazı detayları öğrenmek, bir de onun gözüyle görmek tuhaf bir deneyim. Hem biraz yabancı hem de çok tanıdık. Kitabın bitecek olmasının huzursuzluğuyla da mesafeli yaklaşmış olabilirim. Cümlelerini yavaş yavaş okuyarak, bir şey kaçırmışımdır diye tekrar dönüp okuyarak kaçınılmaz sonu ertelesem de o son evetle kitabı bitirdim. Molly'e, aynı satırda hem kızdım hem güldüm hem de onu anladım. Yine de son sözlerinin beni en çok etkileyen hatıraya dair olacağını bilmiyordum, bildiklerimi tekrar okudum, neden kalbim böyle parça parça oldu anlamadım..Son sözlerle bir uçuruma yuvarlanmış gibi hissettim kendimi, iki aydan fazla bir süredir günüm gecem Ulysses ile geçiyordu. Sabah uyandığımda kitapla ilgili bir şeyi düşünürken buluyordum kendimi, okulda ders anlatırken durmadan beliriyordu zihnimde, araba kullanırken radyo tiyatrosu uyarlamasını dinliyordum.. Molly'nin şu sözleri işte tam da benim Ulysses'e olan hislerimi yansıtıyor:
Biraz bölümlerden bahsedeyim derken bir türlü nokta koyamadığım yazının sonunda artık diyorum ki evet Ulysses, dünyanın en büyük romanlarından biridir. Öncelikle eşsiz bir zekanın ürünü, her detayı ölçülüp biçilmiş, kusursuz, hayatı tüm akışı içerisinde yakalayan, tek kitap içerisinde sayısız üslupla, sesle, karakterle capcanlı, her ayrıntıyı sadece okumadığınız, bir şehri karşınızda gördüğünüz, etraftaki her sesi duyduğunuz, hissettiğiniz, roman olmayı reddeden, her bölümde kendini inkar edip yeni baştan başlayan, her satırda yeniden heyecanlandıran bir kitap. Benim satır aralarında ısrarla bulduğum onca hüzne rağmen çok iyimser, mutlu, komik bir kitap. Hayat nasılsa öyle aslında bazen karanlık çokça umutlu.
Joyce'u biraz tanımak da Ulysses'i daha iyi anlamayı sağlıyor. Joyce da kahramanı Stephen gibi ailesinden uzaklaşan/ vicdan azabı yaşayan, ülkesinden kaçan / ülkesini anlatmaktan vazgeçmeyen, çok seven / çok zarar veren, eski dili artık istemeyen / ama yeni dili de altüst eden, parasızlık çeken / bulduğu anda harcayan bir insan.
Hiçbirimizin içinde tek bir kişi varolmadığına göre, onun ruhuna sığdıramadığı sayısız benliğini ve binparça hayatını, türlüçeşit teknikle anlattığı Ulysses'i anlamak, bağ kurmak çok da zor değil.
Peki, neden ısrarla Armağan Ekici çevirisi diyorum? Yazının başındaki sebeplere ek olarak okudukça gördüm ki, kitaptaki kelime/ses oyunlarına bir zorluktan ziyade sevgiyle yaklaşıp en doğru, en dinamik karşılığı bulmaya çalışmış ve metni yıllar önce kurmuş yazarla birlikte gülerek, metnin neşesini paylaşarak çevirmiş. Ben kitabı İngilizcesi ile birlikte okumaya çalıştım, aliterasyon, kelime oyunu gördüğüm yerde özellikle hemen orijinalini buldum ve her defasında gördüm ki İngilizcesini okuyup anlayıp hiç gülmezken anadilimizin zenginliğinde ortaya çıkan kelime beni kahkahalarla güldürdü. Zihnimde bir görüntü belirdi okurken hep. Armağan Ekici çeviri yapıyor, Joyce da dünyaya bir uğramış çevirmenini izliyor, "Ah, diyor, her defasında, Türkçede böyle çok katmanlı anlamı olan bir kelime mi varmış, tam da bunu demek istemiştim!"😊
Nevzat Erkmen çevirisi ile karşılaştırıldığı, farklı kaynaklardan aldığım birkaç görüntüyü paylaşıyorum:
📍Ben kitaba dair genel hislerimi, bölümlerin genel çerçevesini yazmaya çalıştım. Tabii ki sayısız bağlantı, paralellik var. Kutsal Kitap, Hamlet, ülke siyasetine dair göndermeler. Hepsi aşağıdaki kaynaklar sayesinde rahatlıkla özüne ulaşacağınız detaylar.
Ulysses ile eşzamanlı olarak okuduğum Bloomsday Kitabı sayfa sayfa her olayı detaylı anlatan, bölümlerin bağlantılarından, göndermelerden bahseden, size "Ne oldu şimdi burada?" deme ihtimali bırakmayacak bir kitap. Bölüm sonlarında da okuyabilirsiniz, sayfa sayfa da takip edebilirsiniz.
Bana bambaşka bir bakış açısı katan, bölümler bittikten sonra koşarak sarıldığım, nasıl yorumluyor acaba diye merakla hevesle okuduğum Ulysses ve Biz yorum ve değerlendirme ağırlıklı, zihninizde bir ışık daha yakacak eşsiz bir kaynak. Yeni ayrıntılar gösterecek ve zaten gördüğünüz detaya yeni bir boyut ekleyecek.
Edna O'Brian'dan James Joyce'un sanki bir roman kahramanı gibi anlatıldığı sıradışı bir biyografi. Joyce'un doğumundan aile dinamiklerinden itibaren, doyumsuz bir dindarlıktan kuşku ve isyankarlığa nasıl geçtiğini anlatıyor, kitaplarından alıntıları metnin akışı içinde vererek bir roman dokusu yaratıyor. Tüm kitaplarında aslında kendisini anlattığını bir kez daha göreceğiniz, Joyce'u daha iyi anlayıp seveceğiniz bir kitap James Joyce .
Bu kitapların dışında her bölümü okuduktan sonra mutlaka bölüm ile ilgili videosunu izlediğim Chris Reich var. Ulysses'i defalarca okumuş, düşünmüş ve kitabın çok büyük bir hayranı. Sevgisini gördükçe her şeyi anlamalıyım diyerek daha da büyük bir iştahla okudum. Kendisini izlemeye o kadar alıştım ki, son bölümde gözlerim doldu.
Ayrıca okuma esnasında çok faydalandığım, farklı bir bakış görmek istediğimde başvurduğum;
İngilizce tüm metne erişebildiğim, Latince cümlelerin veya açıklama ihtiyacı duyabileceğiniz her cümlenin kelimenin üzerine tıklayarak anında açıklamasına ulaşabileceğiniz;
'Sözcüğün sözlük anlamı, adına müştereken ideal dediğimiz şeyi kişiye veremez.' Louis Aragon'un Telemakhos'un Maceraları, hakkında hiçbir bilgim olmadan sadece adında Telemakhos geçtiği için aldığım bir kitaptı. Odysseus'un oğlu ile ilgili herhangi bir anlatıyı merakla okurum zaten diyerek hemen başladım ve sayfaları çevirdikçe bu kitabın küçük bir hazine olduğunu gördüm. Önsözde Aragon'un yüreğindeki sahici gelgitleri sözcük eksikliği yüzünden ifade edemediğini söylemesi ve ilk bölümün Kant'ın kavrama uygun düşen ifadeyi bulmak için yeni sözcükler yaratılması ile ilgili sözleriyle başladığında bir ışık yanmıştı aslında farklı bir okuma olacağına dair. Birkaç sayfa sonra ise Telemakhos'un Mentoru, duvarları inleten kahkahalarla gülmeye başlayıp nimfeler şarkılarında insanlarla sözcükler arasındaki mücadelelerden bahsedince ne oluyor burada heyecanına kapıldım. Hemen araştırınca gördüm ki meğer Aragon, 17.yy'dan Fenelon'un kitabını almış...
Yorumlar
Yorum Gönder